Şimşek’in ABD temasları üzerine bir değerlendirme

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in son ABD temasları sonrası yaptığı açıklamalar, Türkiye’nin küresel ekonomi içindeki pozisyonu ve iç ekonomik gündemi açısından hem umut hem de dikkatli iyimserlik barındırıyor. Bakan Şimşek’in “Trump’ın kararı Türkiye için muazzam bir avantaj” ifadesi, yüzeyde heyecan verici görünse de derinlemesine analiz edildiğinde aslında bir “test senaryosuna” da işaret ediyor.
Öncelikle şunu teslim edelim: Şimşek, Washington ve New York’taki görüşmeleriyle Türkiye’nin küresel yatırımcılar nezdindeki görünümünü yeniden çerçevelemeye çalışıyor. G-20 toplantılarından özel fon yöneticileriyle birebir buluşmalara kadar yaklaşık 60 toplantı yapıldığını vurgularken, bu görüşmelerde yatırımcılara en çok anlatılan konuların “programın dayanıklılığı”, “dezenflasyon” ve “yapısal dönüşüm” olduğunu söylüyor. Ancak bu başlıklar ne kadar somut eylemle destekleniyor, ne kadar anlatıdan ibaret, henüz piyasa bunu net biçimde ölçebilmiş değil.
Bakan’ın “Küresel belirsizlik sözcüğünün ilk kez bu kadar yaygın kullanıldığını gördüm” cümlesi, aslında bu temasların tonunu belirliyor. Şimşek’in fark ettiği belirsizlik, sadece global piyasalardaki durağanlık değil; aynı zamanda Türkiye gibi gelişen ülkeler için dış sermaye akışlarında yaşanabilecek dengesizliklerin sinyali. Nitekim Şimşek de bunu açıkça kabul ediyor: “Yabancıların iç borç stokundaki payı yarı yarıya azaldı.” Bu bir uyarı işaretidir ve yatırımcı güveninin henüz tam olarak geri dönmediğini ortaya koyar.
En dikkat çekici ifadelerden biri de ABD’nin bazı ülkelere uyguladığı yeni tarifelere ilişkin yorumu: “ABD yüzde 10 gümrük vergisiyle bizi en avantajlı ülkelere çıkardı.” Şimşek burada jeopolitik kaymalardan doğabilecek fırsatlara işaret ediyor. Ancak bu “avantaj” olarak nitelenen durumun sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri var. Çünkü bu avantaj, Türkiye’nin üretim ve ticaret altyapısındaki reformlara ne kadar hız vereceğine bağlı. Sadece ABD’nin kararlarıyla ortaya çıkan geçici pencerelere bel bağlamak, uzun vadeli strateji değildir. Asyalı üreticilere uygulanacak tarifeler üzerinden doğrudan Türkiye'ye yatırım geleceği öngörüsü ise gerçekçi bir zemin üzerine oturmalı; bu tür kaymalar politik riskler ve lojistik maliyetlerle hızla tersine dönebilir.
Şimşek’in dezenflasyon programına olan inancı ise oldukça net: “Enflasyonla ilgili kafamızda hiçbir tereddüt yok.” Ancak TÜİK verileri ve piyasa beklentileriyle oluşan algı arasında hâlâ bir mesafe var. Özellikle “finansal koşulların sıkılaştırıldığı” vurgusu, sade vatandaş için krediye erişimin zorlaştığı, borcun büyüdüğü anlamına geliyor. Bunun sosyal ve ekonomik etkilerini doğru yönetmek, dezenflasyonun başarısı kadar önemli.
Bakan Şimşek’in “Harcamalarda frene basmış durumdayız” açıklaması ise mali disiplin konusunda güçlü bir mesaj. Ancak gelir tarafında “vergiyi tabana yayma” hedefi, vergi adaleti meselesini yeniden gündeme getiriyor. 2024 yılında beyanname sayısının 5 milyonu aşması elbette olumlu bir gelişme ama kayıt dışılıkla mücadelenin kamuda algı operasyonuna dönüşmemesi gerekiyor. Vatandaşın “bu yükü yine biz mi taşıyacağız” sorusuna ikna edici bir yanıt üretmek şart.
Bir diğer stratejik mesaj da Avrupa Birliği ilişkilerine dair: “AB ile ekonomik entegrasyonda sorun görmüyoruz. Sorun AB, sorun biz değiliz.” Bu ifade oldukça dikkat çekici. Çünkü Türkiye’nin Gümrük Birliği güncelleme süreci başta olmak üzere yapısal birçok meselede AB ile tıkandığı bir dönemde, Şimşek’in bu diplomatik düzlemi ekonomi üzerinden yeniden kurma gayreti göz ardı edilemez.
Ve en nihayetinde rezerv meselesi. “Brüt rezervlerimiz 140 milyar doları geçti” diyor Bakan ve ekliyor: “Rezerv kaybının yüzde 58’i dış kaynaklı.” Bu, Merkez Bankası’nın kur politikasına müdahalesinin dış etkilerle sınırlı olduğu izlenimi yaratmaya yönelik bir açıklama. Ancak piyasa şeffaflık arar; rezervlerdeki hareketin nedenini dış etkiyle sınırlamak, para politikasının kredibilitesini artırmakta yetersiz kalabilir.
Şimşek’in açıklamaları, Türkiye ekonomisinin küresel belirsizlikler karşısında nasıl bir konumlanma içinde olduğunu göstermesi açısından önemli. Ancak bu açıklamaları yalnızca “umut verici” olarak okumak eksik olur. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu test, sadece rakamlarla değil, reformlarla, şeffaflıkla, öngörülebilirlikle ve güven inşasıyla geçilecek bir sınav. Avantaj fırsattır, ama fırsatlar eyleme dönüşmediği sürece gerçek bir kazanıma evrilmez.